Heybeli

İlk olarak bir Bahar akşamüstü tanıştım onunla…4 yaşındaydım.

Aralarında otlar çıkmış parke taşlı bir yoldan geçip, ailemin yakın arkadaşlarının bahçe kapısından içeri sağlı sollu açmış akşam sefalarının arasından yürüdüğümde sevdim ben onu…

İyi anlaşacağımızı, çok güzel yıllarımızın olacağını o zaman anladım.

Yaklaşık 40 sene olacak, onunla dostluğumuz…

Tüm çocukluğumu, gençliğimi, şimdi de en olgum zamanlarımı yaşıyorum onda ben…

Kışları bırakıp giderken, vapurdan arkaya baktığımda küçülürken ufukta, yüzünü asar hep…Hiç sevmez yazlıkçıların onu bırakıp gitmesini…Bu yüzden ben de bir kış onu bırakıp gidemedim. Kaldık beraber yaz-kış…

Her bahar geldiğinde, iskeleden ayak bastığım anda, evime geldiğimi hissederim. Çünkü vapurdan indiğim anda başlar tanıdık yüzler, hiç merhabalaşmamış olsak bile, tanıdıktır tüm yüzler…

Bir çoğunun 40 yıl önceki hallerini bilirim. Bakkalın, manavın, balıkçının eskiden elinden tuttuğu çocukları şimdi torunları…Sokakta lastik oynayan kızların şimdi kendi kızları sokakta lastik oynuyor.

Yine aynı Rum grup hala aynı çay bahçesinde aynı masalarda aynı saatlerde oturuyorlar. Sadece biraz daha kırışıklıkları artmış, kimisi eksik kimisinin yeni üyeleri var.

Denize gittiğinde, aynı yüzler bu sefer ellerinden çocukları tutuyor, sen sadece eşlerini tanımıyorsun onlar İstanbul’dan…

Biz adalılar, anakaraya Istanbul deriz, sanki onun bir parçası değilmişiz gibi…”İstanbul’da yağmur varmış”, “İstanbul çok sıcakmış”, “İstanbul’dan arkadaşlar geldi”….

Gençlerin oturduğu çay bahçesinin sahibi hala aynı, sadece biraz daha zayıflamış, gençler hala orada ama bu sefer orta yaşlılar…

Geniş bir evin birer üyeleri gibiyiz aslında…Özellikle 40 seneden beri adada olanlar…

Lale bahçelerine yapılan yeni evlerde oturanlar, bizler için sonradan gelenler hep…Onlar hiç bilmeyecekler; Asaf’tan Kablo’ya ara yollardan gidenlerin, en temiz deniz Değirmenburnu olduğu için kayalıklardan düşe kalka denize inenlerin, Almankoyu’nda denize girerken günü batırmanın tadını doyamayanların, Kablo’da bir türlü tadına doyup da çıkamadığın denizden gördüğün, Istanbul’dan gelen kara bulutları hiçe sayanların ve akabinde ormanın içinde şimşeklere yakalananların öyküsünü…

Kulaklarım ilk piyano sesini, “Kuleli Köşk”ten çıkıp, ormanın derinliklerinde kaybolan melodilerle tanıdı.

Ben yüzmeyi burada öğrendim. Üstümde mayodan başka hiç bir şey olmadan, denizin ortasında kayıktan atladığımda 5 yaşındaydım. Gözümü kırpmadan, kendimi denizin ortasına atabilecek kadar cesur gördüğümün ilk sinyalleriydi onlar…

Denizle olan o bitip tükenmeyecek aşka ben ilk burada düştüm.

Ben ilk bisiklete binmeyi burada öğrendim. Tehlike anında kendimi nasıl koruyacağımı, tüm hızımla bayır aşağı giderken dengede durabilmeyi, frenlerin patladığında bu tehlikeleri nasıl savuşturacağımın eğitimini orada aldım ben…Önlenemez aşağı düşüşlerde neler yapılması gerektiğinin ilk eğitimlerini burada aldım ben…

İlk burada aşık olmadım ama ilk olarak, erkeklerin de insan olduğunu, onların da zayıflıklarının olduğunu, aslında kadın-erkek değil de insana insan gibi yaklaşmak gerektiğini burada öğrendim ben…Arkadaşlıkların cinsiyet ile olmadığını, insanlıkla olduğunu ilk burada yaşadım.

Bir insanın adının Lili, Robert, Ceki veya Meri olmasının hayatımda hiç bir fark yaratmayacağını, inançlar, düşünceler ne olursa olsun hepsinin birbirine saygılı olabileceğini ilk ben burada öğrendim. Hatta bunların hayatına başka açılar, görüşler, çeşitlilikler katabileceğini, insanlara ve hayatlara dar açılardan bakmamak gerektiğinin eğitimini ilk ben burada aldım.

İlk çam kokusunu içime burada çektim, oksijen soluduğumu burada hissettim ben…

Kış aylarında hasta olduğumda burnuma gelen o yosun kokusunu ilk burada tanıdım. Denizin o tuz kokusu ile yosun kokusunu ilk burada ayırt etmeyi öğrendim.

Köpeklerden korkmamayı, kertenkeleler ile uyum içinde yaşamayı, atların sadakatini, martıların bitmez tükenmez çığlıklarının Ağustos ayında bittiğini hep burada öğrendim. Ateşböceklerini ilk burada gördüm ben…Ağustos böceklerinin senfonilerini ilk Küçüktur’da dinledim. Denizin altının da, üstü kadar hareketli olduğunu aslında insan olarak bu Dünya’nın tek sahibinin biz olmadığımızı, sadece 8,5 milyon canlı türünden sadece bir tanesi olduğumuzu ve bizim de diğerlerine saygı göstermemiz gerektiğini burada keşfettim.

Dünyanın neresini gezersem gezeyim, Burgaz’dan kalkan vapurun Kaşık Ada’sının önünden geçerkenki manzarasında hep huzuru buldum ben…

Hayatım boyunca bir çok yere gittim, bir çok yerde denize girdim ama o beni hiç kıskanmadı. Ara sıra ihmal ettim onu ama o bana hep kucak açtı. Hep bıraktığım yerden devam etti benimle… Biliyordu çünkü Dünya’nın neresine gidersem gideyim dönüp dolaşıp koşa koşa yine ona gelecektim ben…Ona ne yaparsam yapayım, hiç sırtını dönmeyen, yargılamayan, sorgulamayan, yarı yolda bırakmayan, hep beklediğini bildiğim, her daim güler yüzü ile kucak açan gerçek dost oldu bana…

Bizden de önce, kaplumbağların üstlerine mumların konup, dolaştırıldığı sokaklarda, bizim zamanımızda faytonlar dolaşıyordu şimdilerde faytonlara belediye arabaları da eklendi. Ama her sokağı, her taşı, her ağacının bile benim için bir anı taşıdığı Heybeli; benim hep o fırından yeni çıkmış tarçın kokulu elmalı kurabiyesi ve semaverde çayı ile bekleyen annem gibidir.

Share Button