Elimizde, avucumuzun içinde incecik, kocaman…Birisi getirip bırakıvermiş, nasıl taşıyacağını bilmediğin bir şaşkınlıkla baka kalıyorsun.
O incecik camdan vazo, o kadar hafifken, elinden düşmesin kırılmasın diye yüklendiğin sorumluluk ise bir o kadar ağır…
Bir o kadar kolayken, bir o kadar da zor, küçücük avuçlarımızdaki o kocaman hayatı yaşamak…
Aslında kırılmasın diye uğraştığımız, ailemiz, arkadaşlarımız, yakınlarımız, dostlarımız, bir kedi yavrusu veya kanadı kırılmış bir kuş…
Çoğu zaman fark etmiyoruz bile; ne kadar uğraştığımızı çaba harcadığımızı, yıprandığımızı, kırıldığımızı sırf elimizde avucumuzda tuttuğumuz o camdan hayatımızı kırmadan yaşamak için nelere katlandığımızı…
En yakınlarının seni hala tanımadığını anladığında, sonsuza kadar sırtını dayayabileceklerinin teker teker yok olduğunu gördüğünde, en ufak bir sebepten yılların dostluklarını bir kenara itmek zorunda kaldığında, en ağır günlerini yalnız yaşadığında, içine akıttığında göz yaşlarını, kelimeler boğazına düğümlendiğinde ve aslında kelimelerin anlamsızlığını ve artık seni ifade edemediklerini fark ettiğinde, o camdan vazo yavaş yavaş daha da ağırlaşıyor.
Bazen avuçlarının içindeki o şeye o kadar çok anlam yüklüyorsun ki, ayağın tökezlediğinde daha da sıkı sarılıyorsun ama eğer o anda düşmeni engelleyecek kimse yoksa yanında, kolundan tutacak biri, dikkat et diyecek bir dost, göz göre göre kayıp giderken elinden hayatın, hiç bir şey yapamıyorsun, gözün gibi baktığın o avucundaki hayat, saniyeler içinde tuzla buz oluyor.
Yerden toplayıp yapıştırıp tekrar taşımaya çalışmak ise; iyimserliğin ötesinde aslında çaresizliğin bir yansıması…
Yapacak hiç bir alternatifinin olmaması, elindekini avucuna bırakanın, tekrar gelip almasını beklediğin o güne kadar, taşımak zorunda olduğun o yüke iyi bakma mecburiyeti ve sorumluluğu…