Genelde, ilk akla gelen, “köylerinden para kazanmak umudu ile gelip, şehirlerin ücra köşelerinde yerleşen insanlardan oluşuyor” olduğudur.
Göç ettiklerinde yaşadıkları uyum sorununu; bulundukları yerleri “alışkın” oldukları hale çevirerek aşmaya çalışıyorlar. Ve şehirlide gördükleri adetleri anlayamadıkları hatta çoğu zaman göremedikleri için de, kendi örf ve adetlerine -kaybedecekleri korkusu ile- köylerinde olduklarından daha fazla bağlanıyorlar.
Şehirlinin yaşam standartına bir türlü erişememenin ana nedeninin, yine şehirliler olduğunu düşünüyorlar. Bu nedenle omuzlarına yüklenmiş olan yaşam savaşında, şehirliye karşı öfkeleri artıyor.
Varoş insanını “fakir” olarak nitelendirmek en büyük yanlış bence… Çünkü her “fakir” varoş değildir. Her “varoş” da fakir değildir.
Şehirlerin kenar semtlerinde ilk yer edinen bu kültür; bir süre sonra, şehir merkezlerinde de boy gösterebiliyor, şehirliler ile aynı apartmanlarda oturup, aynı yerlerde eğlenebiliyorlar elbette.
Varoş; “temel kaba insan davranışlarını sürdürerek, hayattan en fazlasını hak ettiğini düşünmek” demek. Okumadan, tiyatro, sinema, konser, sergi bilmeden, tatilin, restaurantta yemek yemenin kendisine çok uzak geldiği, ucuz yoldan marka (!) giyinmeye çalışan, televizyonlarda gördüğü sanatçıların (!) kıyafetlerine, saçına, makyajına özenerek kendine uygulamaya çalışan, bakımsız, siyasetten anladığı kahvede konuşulanlar kadar olan insanlardır bana göre…
Varoş kültürü; kahvehanelerde, sokak aralarında, düğün nişan yapar, balkondan halı, kilim silkeler, evinin önünde kurban keser, kendi dairesini binadan ayrı renkte boyar, ayakkabılarını kapının önünde apartman boşluğunda bırakır, toplu taşımalarda sıra gibi kavramlara saygı göstermez, önden yer kapması için zayıf, çelimsiz çocuklarını gönderir, ayakkabılarının topuğuna basar, sokağa çorap ve terlik ile çıkar, 5 yaşındaki erkek çocuklarına kumaş pantalon, kösele ayakkabı giydirir, kabuklu kuru yemiş yer ve en fazla ayda bir gidebildiği sahillerde kabuk dağlarının içinde oturur, kadınların etekleri yerleri süpürür, o eteklerle alaturka tuvalet arar, arabalarının camlarını koyu renk filmle kaplar ve mutlaka modifiye ettirir, arabadan dışarıya her türlü çöpü atar, düğünlerde cümbür cemaat arabaya doluşur, gelini arka ortaya oturtturur, kucağına çoluk çocuğu doldurur, sıkış tıkış düğün salonuna gider, özel gün saç, makyaj ve elbisesi abartılıdır, tüm takılarını takar, nerede bedava, promosyon, hediye varsa tüm sülale orada bitiverir, bavul, çanta gibi şeyler taşımaz her şeylerini naylon torbalarda taşır, memlekete giderken bağlanmış onlarca poşet ile yola çıkar, memleketten gelen çuvallarını apartman boşluklarında saklar, ağır ter ve yemek kokuları ile dolaşmakta sakınca görmez. Parfüm kullananlarla dalga geçer, kitap okuyanlara “ne o başımıza alim mi olacaksın” der, es kaza bulundukları müze, sergi, akvaryum, hayvanat bahçesi gibi yerlerde çocuklar bağıra çağıra etrafta durmaksızın koşturur, düşer, avazı çıktığı kadar ağlar, istedikleri alınmayınca can hıraş kendilerini yerlere atar, anneleri tek kollarından tutup ayağa kaldırırken bir yandan da ağızlarının ortasına tokat atıp bağırır. Varoş kültürü; kendi etrafına hava atmak için aldığı pahalı telefonunun yarısından fazla özelliğini kullanmayı bilmeden bağımlısı olur, dünyayı kurtarıyormuşcasına yüksek sesle konuşarak etrafa önemli olduğu havası vermeye çalışır. Kendi mahallesinin dışında etrafta kendisine yabancı (!) gördüğü her şey ile dalga geçer.
Bu insanların yetiştirdiği çocuklar okumaz. “Oğlumu orada çok yoruyorlar, evde otursa daha fazla kazanır, iş yok, arkamız kalın değil ki ne yapalım” gibi bahanelerle; ailelerin işlere sokup yine ailelerin işten çıkardığı çocukları, bahçe duvarlarında, sigara içip, onun bunun kızına bakarken “bir arabamız olsa” hayalleri kurar, mahalle arasında maç yaparlar. Kızlar ise kendilerine bir talibin çıkması için evde bekler, bütün gün cep telefonları ile onunla bununla haberleşip, oje sürüp, saçını boyayıp, pop şarkıcıların kasetlerinin birini koyar diğerini çıkarırken, hayatın adaletsizliğinden bahsederler. Olur da bunların arasından kendini sıyırıp, üniversitede okuyanı varsa, bunlara aile içinde, hatta mahallede, “atomu parçalayabilmiş” gözü ile bakılır. Onlar kız ise; evde bulaşık bile yıkatılmaz, erkek ise; en güzel yemekler yapılır kendisine…Tüm sülale ve hatta mahalle şımartır onları. Çocuklar da, bu topluluğun içinde kendilerini çok farklı bir yerde görürler. Daha ne olduklarını bilmeden hem üzerlerinde büyük bir yük hissederler, hem de toplum içinde “ayrıcalığın” verdiği o şımarık duygunun esiri olurlar.
Ve bu çocuklar yaşadıkları bu fanusun içinden ancak “iş aramaya başladıklarında” çıkarlar.
İşte o zaman, gerçek dünya ile tanışırlar. Mahallelerindeki o şımartılmış çocukların dışarıda hiç bir değeri yoktur. Onların kendi küçük topluluklarının içinde “üstünlük” olarak görülen yetenekleri, dışarıdakilere göre normal karşılanır. Bazıları tarafından da “küçümsenir” ve hatta kılık, kiyafet, oturup kalkmadan tutun da kullandıkları kelimelere kadar kendilerini yansıttıkları için, toplum içinde hemen göze çarparlar.
Tam da bu nedenle; okumuş ama ailelerinde olmadığı için, entellektüel birikime sahip olamayan aslında eğitilememiş bu çocukların; “onlar” gibi olmayan, aynı yaşam tarzından gelmeyen diğer insanlara bakışları, öfke barındırır. Bu öfke kendisi gibi olmayan “diğerleri”nin nezdinde; aslında bu şartları sağlamayan aileye ve özellikle de paraya karşı duyulan öfkedir.
Artık kendileri dışında çok farklı hayatlar olduğunu görürler. Okudukları okulların büyük bir grup için “değerinin olmadığını” görürler. Yabancı dil eksiği çekerler. Sinema, tiyatro konuşulsa anlamazlar, kitap okumayı bilmezler, hobileri olmadığı için sosyal çevre edinmekte zorlanırlar. Tek bildikleri okulunda okuduğu bilgilerden ibarettir ki, bunun da yeterli olmadığının farkına varırlar. Büyük hayal kırıklıkları yaşarlar. Birlikte çalıştığı “diğer”leri, yurt dışı seyahatlerinden, filmlerden, bir yazarden konuştuklarında rahatsız olur, ismini menüde gördüğünde ancak “göstererek” sipariş verebildiği restaurantların varlığını keşfederler. Bu onların “şehirli” kültürüne daha da öfkelenmesine sebep olur. Hayata karşı öfkeleri daha da bilenir.
Ancak evlerine çekildiklerinde kendilerini rahat hisseden bu kesimin çocukları; iş hayatında da, gördüğü bildiği neyse o şekilde davranmaya devam ederler.
Kendilerini değiştirmek ve geliştirmek demek; eskiden alay ettikleri o insanlardan biri olmak demektir. Bu da kendilerini, ailelerinden uzaklaştırmak anlamına gelir.
Değişmemekten gurur duyan, ama aynı zamanda da iki kültür arasında sıkışıp kalan bu çocuklar; değiştirebilecekleri tek unsurun “para” olduğunu,
“diğer”lerinin çalışmadan “diğer”leri olduklarını düşünür ve
“az iş çok para” ilkesi ile tüm hayatlarını idame ettirmeye çalışırlar. Bu nedenle de, şirketlerde; deneyim, tecrübe, eğitim, öğretim, entellektüel birikim, hayat görüşü gibi insanı insan yapan, insanı bir bütün yapan “değer”lerin para ile edinildiğini, kendisinin parası olduğunda “onlarla” aynı kulvarda yarışabileceğini düşünürler.
Ve bu amaçlarına yönelik parayı elde edene kadar da, şirketlerin en acımasız çalışanları haline dönüşürler. Her şeye sahip olma hakkını kendinde gören, amaçlarına ulaşabilmeleri için her yolu mübah sayan, “ondan neyim eksik” diyerek kendini en olmadık insanlarla karşılaştıran, amaçlarına ulaşabilmenin verdiği motivasyonla, her türlü dedikoduyu üretebilen, insanları birbirine düşürmekten ve çekiştirmekten hiç bir şekilde rahatsızlık duymayan, “diğer”lerinin karşısında hep kendini haklı gören, en ufak bir olayda en iyi bildikleri “ezik” ve “mağdur”u oynamakta giderek ustalaşan tipler olup çıkıverirler.
Bir de onlara, yetki ve sorumluluk verilirse, önlerine kimin, hangi unvanın ya da hangi tecrübenin çıktığına bakmadan hepsini ayaklarının altında ezmeyi kendilerinde hak görürler.
Ve çoğalmayı “meziyet” ve “gurur” verici olarak gördüklerinden, çocuk “rızkı ile geldiğinden”, çocuk büyütmenin sokağa salmak ile bir olduğunu düşündüklerinden, “nasıl olsa devlet baba bakacağından” bu türler, “diğer”lerine göre katlanarak çoğalırlar.
Bizlere de, eğitmek için fazladan enerji harcamak, “ego”ları ile başa çıkmaya çalışmak ve her geçen gün çoğalan bu güruh ile mücadele etmek düşer.