Yazsan olmuyor yazmasan olmaz…

Sussan olmuyor susmasan olmaz
Dil dursa Hakim Bey tende can durmaz
Yazsan olmuyor yazmasan olmaz
Kaleme tedbir koma tek durmaz

Zülfü Livaneli’den dinlerdim, hala da zevkle dinlerim.

Tam da bu günlerde daha da dilime dolandı, bilinçaltım bir şekilde isyan ediyor.

Ben bir Nazım Hikmet değlim, Bekir Coşkun, Yılmaz Özdil veya Uğur Mumcu, keşke olabilseydim. Keşke onlar kadar cesaretim olabilseydi.

Onların neler ile mücadele ettiğini, etmek zorunda bırakıldığını şu son günlerde o kadar iyi anlıyorum ki, onlara daha da gönülden bağlanır oldum.

“Hammam” filmi ile ayaklanan tellaklar ile başı derde giren Ferzan Özpetek’in neler demek isteyip de diyemediğini anlıyorum.

Neden artık, filmlerin başına ya da sonuna “bu dizideki karakter ve kurumlar tamamen hayal ürünü olup, gerçek kişi ya da kuruluşlar ile hiç bir ilgisi yoktur” diye yazıldığını anlıyorum.

Neden “Kaybedenler Kulübü” filminin başlangıcında “Ekip Film Tedirginlikle Sunar” yazdığını çok iyi anlıyorum.

İçi boş egolarımızı şişiriyoruz, şişiriyoruz sonunda geriliyoruz ve en ufak bir dokunuşta olduğundan çok fazla tepki veriyoruz. Hemen tüm dizi karakterlerini kendimizle özdeşleştiriyoruz, yazılanları üstümüze alıyoruz, yapılanları kendimiz için sanıyoruz.

Dünyanın merkezine kendimizi öyle oturtuyoruz ki, yapılan, söylenen, yazılan, çizilen her şeyi kendi üstümüze alıyoruz, tanıdığımız tanımadığımız herkesi cezalandırıyoruz.

Dünyada bizden başka hiç kimse yokmuş gibi davranıyor, insanları kendi iç tecrübelerimize, kendi hayat şartlarımıza, kendi değerlerimize göre yargılıyoruz. Anında yargılıyor ve asıyoruz. Tek taraflı en ufak bir duyum bile, yargılayıp asmak için yeterli oluyor.

O kadar egolarımız şişmiş ki, her şeyi ve herkesi eleştirme yetkisini kendimizde buluyoruz. Her şeyin doğrusunu biz biliyoruz, her şeyin en güzeline biz sahip olmalıyız, her şeyin EN’lerinin peşinde koşmakla geçiyor hayatımız…

Öylesine yargılayıp asabiliyoruz ki, savunma sözcükleri bile karşı tarafın acizliği gibi duruyor. Savunma yapmak, acizlik olarak görülüyor.

Sus, yazma, konuşma, görme, duyma, hissetme…

İlişkilerini, kariyerini en önemlisi yaşamını “diğerleri”nin, yazmanı istemediklerini yazmayarak, görmeni istemediklerini görmeyerek, duymanı istemediklerini duymayarak ve susmanı istedikleri için susarak sürdür.

Ödülü ise, sürüden ayrı konmamak. Sürü ile birlikte düşünmek, sürü ile birlikte susmak, sürü ile birlikte yaşamak.

İnsanoğlunun en temel ihtiyaçlarından birini, “sosyalleşme”yi engelleyerek ceza vermek. Sürüden uzaklaştırmak, yalnızlaştırmak. Cezası ağır elbette. Bu nedenle, sürüsünden ayrılmak istemeyen, sürüyü belli sınırlar içerisinde yönetmeye çalışan karakterler için, “yalnız”laştırmak çok ciddi bir ceza.

Dedelerimiz bile söylemiş, “ya bu deveyi güdeceksin, ya bu diyardan gideceksin”. İyi de, “ya o ya bu” demek seçenek sunmak değildir. “Seçenek” olabilmesi için; bir üçüncü alternatif olmalıdır her zaman. Benim de üçüncü bir seçeneğim vardı.

Ben sürümü kendim seçmeye karar verdim. Bu nedenle de, seçmediğim sürüden uzaklaştırıldım. Zaten seçimlerimi kabullenemeyeceklerini bildiğim için o sürüyü seçmedim ve onlar da beni yanılgıya düşürmediler. Beni kendilerinden uzaklaştırdılar. Beni kabullenemedikleri sürüden ayrılmamı, kabullenemediler.

Ama dediğim gibi, en azından illaki bir “sürü” içinde bulunacaksam, içinde bulunacağım sürüyü kendim seçeceğim. Göreceğim, duyacağım, hissedeceğim, yazacağım ve konuşacağım. Bu özgürlüğü sağlayabilecek sürüyü bulacağım elbette…

Ne yapalım?

Sussan olmuyor susmasan olmaz
Dil dursa Hakim Bey tende can durmaz
Yazsan olmuyor yazmasan olmaz
Kaleme tedbir koma tek durmaz…

Share Button